14 Eylül 2011 Çarşamba

paflagonya kaya mezarları ve asarkale

2000 Yilı Çalışmalan



Samsun ili sınırları içinde 1J3-27 Temmuz 2000 tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz

Yüzey araştırması Prof.Dr. O. Bilgi başkanlığında Doç.,Dr. S. Atasoy, Dr. Şevket

Dönmez, Dr. L. Summerer, Arkeolog B. Gülkan ve Istanbul Universitesi stajyer lisans

öğrencisi, M. Türkteki'den oluşan bir ekip tarafından gerçekleştirildi. Araştırmanın Kültür

Bakanlığı temsilciliğini Tokat Müzesi uzmanı E. Anaç yaptı. Bafra-ikiztepe kazıevi

ise araştırma merkezi olarak kullanıldı.

Kapıkaya

Bafra ilçesi'nin Kolay Beldesi yakınında, Kızılırmak Vadisi'nin doğu yakasında

yer alır (Harita). Çok dik ve yüksek bir kayalıktaki Kapıkaya adının, kapı şeklindeki boşluk

nedeniyle verildiği anlaşılmaktadır. Ayrıntılı incelemelerin yapılması için dağcılık

malzemeleri kullanarak tepeye tırmanmak gerektiğinden Kapıkaya daha sonraki çalışma

programlarında ele alınacaktır.



Asarkale

Asar kale-, Kolay Beldesi, Asar Köyü yakınında yer alır Kızılırmak'ın

batı kenarında, Bafra'yı Anadolu'nun iç kısımlarına bağlayan vadiyi kontrol için kurulmuş

kale tipi bir yerleşmedir  Halen ayakta kalmış ve kayalara oturtulmuş

savunma duvarları ile köşeli ve yuvarlak planlı kulelerin alt sıra taşlarının işçiliği, Asarkale'nin

ilk defa Helenistik Çağda iskan edilmiş olduğunu göstermektedir. Kalenin duvarlarının

üst sıra taşları arasında görülen tuğla örgüsü ise, Ortaçağ (Bizans) yerleşmesini

işaret etmektedir. Asarkale'ye nehir seviyesinden batıya doğru gittikçe dikleşen

bir yamacı takip ederek ulaşılır. Yamacın sonunda bir sur kapısı yer alır. Oldukça tahrip

edilmiş kapının, sadece ahşap kapı kanadının dönmesini sağlayan, kayaya oyulmuş

mil yuvası vardır  Teraslar halindeki Asarkale'de kayaya oyulmuş bir

sarnıç ile yine kayaya oyularak açılmış merdivenli bir yer altı geçidi göze çarpmaktadır

1 5 . Halen karayolu kenarında kalan bu geçidin ağzının gerçekte nehir kenarına kadar

inmekte olduğu anlaşılmaktadır.

Kaya Mezarlan

Asarkale civarında kayalara oyularak yapılmış mezarlar vardır.

a) Birinci mezar, Asarkale'nin kuzeyindeki dik yamaç üzerinde ve yol seviyesinden

oldukça yüksektedir. üçgen alınlığı ve beş sütunlu fasadı ile Pontos-Paphlagonia

kaya mezarlarının tipik bir örneğidir 1 6 .

b) ikinci mezar, Kızılırmak'ın doğu kıyısındaki dik kayalık üzerinde olup, dört sütunlu

ve üçgen alınlıklıdır.

c) Dört sütunlu üçüncü mezar ise Asarkale'nin güneyindeki kayalık üzerindedir.

Yol seviyesinden yine yüksekte olup, diğer iki mezar tipindedir



Fotograf :Arif Yüksel    

demir atlar ülkesi paflagonya

DEMİR ATLAR ÜLKESİ.....


Taşınabilir Kültür ve Tabiat Varlıkları Kolleksiyoneri olan bir arkadaşımın masasında Antik Döneme ait demirden bir at biblo dikkatimi çekti..Paflagonya bölgesinde bulunan bu obje Hellenistik Döneme aitti muhtemelen bölgeyi ziyaret edenlere hediyelik eşya olarak satılmaktaydı...
Bölge Bartın Çayı ile,Kızılırmak arasında kalan bir coğrafya..Güney sınırını Işık,Elden,Aydos dağlar oluşturmakta..Kuzeyi ise Karadeniz...
Paflagonyada zaten kelime anlamı olarak Demir Atlar Ülkesi demek...Eski Çağda yaşayan insanlara birdaha gıpta ettim...Oluşturdukları bölgeleri öyle coğrafi objelerle ayırmışlardı ki...Büyük bir ahengi çıplak gözle bile görmek mümkündü...Flora ve fauna oldukça zengindi..Hatta tarihçiler;Büyük İskender,Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selimin atlarının Paflagonya bölgesine ait olduklarını yazmaktaydılar....Hele doğu ucunda bulunan Kızılırmak Deltası, her yıl son ölçümlerle ikiyüzellibin su kuşunun barındığı bir Kuş Cenneti..
Türkiyede bulunan 415 kuş türünün 333 ü Deltada gözlemlenebiliyor....Antik Çağda PERSLER kentleri hep kuşların yaşam alanlarına yakın inşa etmişler....Manyasta olduğu gibi,Kızılırmak Deltasına yakın GAZALON ANTİK KENTİ...Strabona göre ise Roma DÖNEMİ KENTİ Gazalinotis Deltaya oldukça yakın....Bilimsel BİR ARAŞTIRMA : Kuşların yaşadıkları bir bölgede üç satlik yaşam,büyük kentlerin bir haftalık oksijenine eş....
Demir Atlar Ülkesi yani Paflagonya Amasra.Safranbolu,Sinop ve Bafra ....Kültür ve Turizimde Türkiyenin YILDIZI PARLAYAN MERKEZİ OLABİLİR Mİ....................?
Bence fazlasıyla.....
Oksijeni bol, flora ve fauna zengin.....Atları gibi yaşayanlarıda,tabii demir gibi olur bu bölgenin...


kaynak:/www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=55932

11 Eylül 2011 Pazar

Tanıklarla Neyzen Teyfik

Rahmetli Edebiyat öğretmenimiz Coşkun GÖKÇAY sayesinde hayatını öğrendiğim
ve o yıllarda akrabalık ilişkilerimizin olduğunu büyüklerimden dinlediğim
Neyzen Tevfik Kolaylıya karşı bende oluşan sevgi Ankara’da beni onu araştırmaya
itti.Önce Rahmetli Şefik Kolaylı(Neyzenin ağabeyi)ile irtibat kurdum şu anda
bende bulunan şecere ve bilgileri ondan elde ettim. Rahmetli Şefik amca çok iyi
niyetli hassas yardımı seven ve akrabalarını hiç bir zaman unutmayan bir
kişiydi.O yıllarda Rahmetli Büyükbabam Hacı Molla Ali,Hüseyin Tekin gibi
büyüklerimizi Mustafa Tokur ile beraber Ankara’da Şefik amcanın yanına götürdük
Şefik amcayı Kolay Köyünde bulunan akrabaları ile tanıştırdık.


Şefik Kolaylı beyefendi ile kurulan bu irtibatlar sonunda Bafra Kolay Köyünde
bulunan Neyzen Tevfik İlkokuluna yardımlarını sağladık kitap eğitici yayınlar
ve biraz da maddi yardımlardan oluştu.Bu arada kendisinin bizzat zamanın okul
müdürüne yazdığı mektuplarda belirtmiş olduğu kitap ve yayınlar zannederim ki
okul istimlak edildikten sonra muhafaza edilmiştir.


Rahmetli Şefik Kolaylı ile Küçük Esattaki evinde ilk ziyaretimizde
memnuniyetini ifade etti ve Ahmet Çizmeli beyin hazırlamış olduğu şecerenin bir
suretini bana verdi,benim çok meraklı göründüğümü söyleyerek bunun devamını
benden istedi.Bu gün bu şecereyi devam ettirdim ve sıhhatli bir biçimde
bilgisayara geçtim.


Şefik Kolaylı Fransa Baytar mektebinde tahsilini yapmış ve Mehmet Akif Ersoy
ile birlikte okudukları Baytar mektebinden mezun olmuş.İlk tahsilini yapmaya
gittiğinde kendisine okula kayıt yaptırabilmesi için soy ismi sorulmuş(o
zamanlarda soy ismi kanunu yok) Şefik amca bunun üzerine babasına mektup
yazarak durumu anlatmış.Babası ise kendisine aslen Bafra’nın Kolay köyünden
olduklarını soy ismi olarak Kolaylıoğlu yazdırmasını istemiş ve bunun üzerine soy
ismi kanunu çıkınca Şefik amca Bafra’daki akrabaları ile de anlaşarak Kolaylı
soyadını almıştır.Bu aynen kendi ifadesidir.Bunun ispatı olaraktan kendisinin soy
ismi kanunu çıkmadan evvel almış olduğu Baytarlık diplomasıdır.


1971 yılında TRT radyoları ve Ankara dahilinde TV de yapılan bir programda
Neyzen Tevfik Kolayı’nın Bodrumlu olduğu söylenmesi üzerine ben,ablam Hayriye
ve kardeşim Ali yanımıza Mustafa Tokur beyi de alarak bir gün sonra buna itiraz
etmek üzere TRT’nin yolunu tuttuk ve itirazımızda Şefik Amcanın yardımı ile
başardık daha sonraki bir programda Bafra’nın Kolay köyünden olduğunu
yayınlattık.Yine Ocak 1989 yıllında Tercüman gazetesi yazarlarında Yüksel
Baştunç beyin Neyzeni anlatan (en uçtaki adam) dizisinde yayınlamış olduğu
soyadı hakkındaki fikri babam Galip Anarat’ı çok üzdü ve Yüksel Baştunç beye
hemen bir mektup yazarak araştırmadan bu konuyu yazdığını ve doğruların
tamamını belgeleri ile birlikte kendisine bildirmesi üzerine durum
düzeltildi.1990 yılında Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Cemil Ciğerim benimle
irtibat kurdu kendisine güvenerek tüm belgelerimi teslim ettim ve bir yazı
dizisi yayınladı kendisini Kolay köyünde misafir ettim zamanın Belediye Başkanı
olan Niyazi Öztürk bey ile konuşturdum ve Cemil Ciğerime Neyzen Tevfik ilkokulu
istimlak parası ile kesinlikle aynı ad ile bir ilkokul yapılacağı sözünü
kayıtlı olarak verdi.Maalesef Başkanın ölümü de gerçekleşince böyle bir ilk
okul yapılmadı.


TRT kurumunun Zekai Tunca bey ile beraber Kolay köyünü ziyaret etmeleri
esnasında Babam Galip Anarat ile bir röportaj yapıldı ve TRT radyolarından
yayınlandı.Yine Altınova gazetesi yazarlarından Bilal Murtazaoğlu babam Galip
Anarat ile yaptığı röportaj 01.08.1989 yılında gazetede yayınlanmıştır.Bu
cabalar bizim Neyzen Tevfik Kolaylı’yı tanıtmaya şahsen aile olarak göstermiş
olduğumuz bir mücadeledir.


Sadece Neyzen Tevfik Kolaylının bir kaç dile ve kulağa hoş gelen halk dili ve
küfrü ile yazılmış şiirlerinden çok ötelerde bir edebi yönü olduğunu da
unutmamak gerekir.Hicvi yaparken ondaki asillik Zamanın en büyük şairi olan
Mehmet Akif Ersoy’u bile hayretlere düşürmüş ve kendisine saygı duymuştur.Bunun
en güzel ispatı ise Mehmet Akif Ersoy’un kitabında da yer verdiği Neyzene
hitaben yazdığı şiirde görülmektedir.


Ney çalıştaki ustalığı kadar şiir ve edebiyattaki ustalığı da inkar edilmeyecek
kadar büyük bir şairdir. Hilmi Yücebaş’ın kitabında yer verdiği kişilerin ve
yazarların kendisi hakkında söyledikleri dikkatlice incelenirse insanın
hayranlık göstermekten başka yapacak bir şeyi kalmıyor.


Neyzen Tevfik Kolaylı’nın hayatını bir serserilik gibi görmek yiyen içen
eğlenen ve ney çalıp iki hiciv yapan birisi gibi görmek çok yanlış ve çok
tehlikelidir.İlhan Bardakçı beyin 22.3.1973 yılında Adalette yazdığı yazının
sadece bir kısmında bu ne kadar güzel anlatılmaktadır.


‘ Bazı gençler seni taklit ediyormuş,duydum,

Pek fena çığır açtın,Neyzen

Serserilik denen mahbubu

Alamaz koynuna her boşta gezen..’


Yine Cumhuriyet gazetesinde 5.2.1956 günlü yazısında Hasan Ali Yücel bey makalenin
sonunda şöyle demiştir.


‘Neyzen Tevfik evsizdi,Mozart mezarsızdır.Gönüllere girebildikten sonra bu
türlü mahrumiyetlerden ne çıkar.’


Mozart ile eş değerde görünen bir ney üstadı ve bir Şair.


Neyzen Tevfik Kolaylı istese idi anladığımız kadar zamanın en zenginlerinden
olurdu.Onun insana bakış acısı ve paylaşma hatta elindekinin tamamını verme
arzusu hep üstün gelmiştir.Hilmi Yücebaş hatıralarını yazarken bunu da Rasim
Us’un isteği ile yapmıştır.Hilmi Yücebaş aynen şöyle naklediyor.Hatıralarını yazmaya
devam ediyordum yine hastanede yanına gittim üstat sert ve ters bir cevapla
artık hatıra yok unutun dedi.neye kızdığını sonradan anladım.Hastaneye o gün
çırılçıplak fakir bir vatandaş gelmiş oda buna çok üzülmüş fakat parası da
yokmuş hastane personelinden birisine izin alarak onu Rasim Us’a göndermiş ve
acilen elli lira istemiş Rasim Us’ta tamam ben üstadı görürüm demiş.Para
Neyzene gelmeyince oda fakiri giydirememiş buna çok kızmış.Buradaki tevazu çok
önemli kendinde hiçbir şey olmasa da başkalarını acıyabilen bir insan.


Peki Neyzen Tevfik Kolaylı insanları neyi ve içkiyi bu kadar çok sever şiirler
yazar,hicivler yaparda hayvan sevgisinin ne hatta olduğunu bilen var mı.


Neyzen hayvanlara da insanlar gibi değer veren bir kişiliktir,ben bunu uzun
uzun anlatmayacağım sadece şu hatırası ve şiirini nakledeceğim.


Hastanede bulunduğu bir zamanlarda yanından ayırmadığı ve çok sevdiği Mernuş
adını verdiği köpeğinin ölümü onu çok üzmüş ve hastanede cenaze töreni yaparak
beyaz gömleğine sardığı köpeğini doktorlarında iştiraki ile defnetmiştir.


Bu engin ayrılık canıma yetti,

Başımdan aşıyor kederim Mernuş,

Bu yolda yazılmış fermanı kaza,

Bunu da gösterdi kaderim Mernuş..


Bağlanmıştım bütün kalbimle sana,

Şu fani cihanı okuttun bana..

Sen göçtükten sonra ben yana yana,

Hicranla gözyaşı dökerim Mernuş..


Bu yolda cahilim,bildiğim kısa,

Sen girdin toprağa,ben girdim yasa,

Haklı haksız hatırını kırdımsa,

Affet günahımı Beşer’im Mernuş..



Ben Neyzenin her yönü ile araştırılmasını istiyorum. tek taraflı görmek yanlış
olur.Aşağıdaki şu şiir bence benim anlatmak istediğim her şeye cevap veriyor
kanısındayım...


GELDİM


Dudağında yangın varmış dediler,

Ta ezelden yayan koşarak geldim.

Alev yanaklarını sarmış dediler,

Sevda seli oldum,taşarak geldim.


Kapılmışam aşk uğruna bir kerre,

Katlanırım her cefaya,cevre

Uğraya uğraya devirden devre,

Bütün kainatı aşarak geldim


Yapmak,yıkmak sennin bu gamlı ömrü,

Ben gönlümü sana verdim götürü.

Sana meftun olduğumdan ötürü,

Sarhoş oldum Neyzen,coşarak geldim..


Neyzen 24 temmuz 1937


Neyzen Tevfik Kolaylı’nın akrabası olmak beni her zaman gururlandırmıştır.


Saygılarımla

Kaynak:İdris Anarat yazısıdır.

Ahmet Şefik Kolaylı

Prof. Dr. E.Kadri UNAT'ın Gözünden Şefik KOLAYLI



Ekrem Kadri UNAT hocanın Şefik KOLAYLI hakkında milliyet gazetesinde yayımlanan makalesini ve Şefik KOLAYLI’nın Prof. Dr. Ekrem Kadri UNAT’ a yazdığı mektupları noktasına dokunmadan ve orijinal dili ile yayınlıyoruz. Kıymetli büyüklerimizi saygı ve rahmet ile anıyoruz



Az da olsa, bir vefa borcunu yerine getirmenin huzuru içindeyiz.



Saygılarımızla.







DÜŞÜNENLERİN DÜŞÜNCESİ

ÖNCÜ BİR TÜRK İNSANINI DAHA YİTİRDİK

Veteriner bakteriyolog Ahmet Şefik Kolaylı’ nın ölümüyle , Osmanlı imparatorluğunun yıkılış ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında yokluklar içinde ne şekilde başarıyla çalışabildiğini gösterenlerden birİ daha 26 Ocak 1976 tarihinde aramızdan kayboldu.



İlk defa 1969’da “ Osmanlı İmparatorluğundan Bakteriyoloji ve Viroloji adlı kitabımı hazırlarken tanıdım. Veteriner – Bakteriyoloğ arkadaşların ısrarı ile kendisini Ankara’daki evinde ziyaret ettim. 83 yaşnda ki bu meslekdaşdan fazla bir bilgi alacağımı sanmıyordum; fakat biraz konuşunca parlak bir zeka , pürüzsüz bir hafıza , güzel bir atama gücü ve insan değerini ölçmedeki ustalığı ile zor bulunan bir büyük adamla karşılaştığımı anladım. Kişileri ve olayları derinlemesine ele alıyordu. Veteriner Adil Bey’den bir mesai kahramanı gibi söz ediyor. Dr. Refik Bey’i şükranla anıyor, buna karşılık Dr. Remlinegr için “ Türk Danışmanı “ damgasını vurmaktan çekinmiyordu.



Bir Dönemi Canlandırıyor

Hazırlamakta olduğum kitabı bitirmenin bir yurt ve meslek borcu olduğunu , böyle bir kitabın yazılmasını yıllardan beri beklediğini ve Türk Veteriner Bakteriyolojisi ile ilgili anılarını mektuplar halinde bildireceğine söz verdi ve sözünü tuttu. Bunlar, dürüst bir tarihçi gözüyle kaleme alınmış ve makine ile yazılan her sahife imzalanmıştır. İçinde bilmediklerimiz vardır ; bildiklerimiz ise güvenilen kaynaklardan elde ettiklerimizde tam uygunluk gösteriyordu. O, bir dönemi canlandırıyordu; Biz de onu gelecek kuşaklar arasında yaşatacağız.



Ahmet Şefik Kolaylı, 1886 yılında Bodrum’da doğmuştur. Babası 1876 yılında Bodrum’da Rüştiye Mektebini kuran Fehmi Efendi’dir. Asılları Bafra’ nın Kolaylı köyündedir.



Öğrenimini sıra ile bodrum’da, Urfa’da ve sonra Vefa idadisinde yapmış 1907 YILINDA Baytar Mektebi Alisi’ni bitirmiş 1909 ‘ da Bakteriyolojihane-i Baytar’ye anlatan olmuş, Dr. Refik (Gürcan) Bey’le birlikte çalışmıştır. 1910 yılında Paris’e gitmiş, Pastör Enstitüsünde 1910-1911 dönemi kursuna devam etmiş, “ Kolaylı “ soyadını burada almıştır. Liyon Veteriner Okulunda da bir süre bulunduktan sonra Balkan savaşının perişan ettiği Türkiye’nin en karanlık günlerinde yurda dönmüştür. Açlık Hastalık , sefalet yalnız insanları değil, hayvanları da kırmaktadır. Baytar Mülazım-ı (teğmeni) Şefik bu ortamda askere alınmış, başarısından ötürü kısa bir süre sonra mükellef yüzbaşı rütbesiyle Harbiye nezaretine yerleştirilmiştir.



Birinci Dünya savaşı başlayıp İstanbul’un düşmanlar tarafından işgal tehlikesi belirince sığır vebası serumunun hazırlanması için Baytar Müfettişi Mazlum Bey’in emriyle Eskişehir ‘de bir handa serum darülistihzarı (Hazırlama evi) kurulmuş ve burası şefik beyin emrine verilmiştir. Mülkiye Baytar Mektebi içindeki bakteriyolojihanenin serum öküzleriyle aletlerinin bir kısmını alan Şefik Bey , arkadaşlarıyla birlikte, Eskişehir’e gelmiş kurumu işletmiş, düşmanlar geri çekilince Pendik’teki kuruluşa müdür olan Nikolaki Bey öteki arkadaşlarıyla geri dönmüştür. Daha sonra Eskişehir’ in Yunanlılar tarafından işgali üzerine Şefik Bey Kurumu Kırşehir’e ve oradan da Etlik’e taşınmış ve buradaki müesseseyi kurmuştur. Bu kurum 1970’ lerde Türkiye’nin en iyi bakteriyoloji enstitülerinden biridir.



Neyzen Tevfik

İstiklal savaşından sonra Şefik bey Pendik Bakteriyolojihanesine müdür olarak atanmış ve bu görevde 1939 yılına kadar katılmıştır.1939 – 1945 yıllarında Tarım Bakanlığı teftiş heyetinde çalışmış, 1946-1951 yıllarında Tarım Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığında bulunmuştur.

Şefik Bey’in sığır vebası , tavuk kolerası aşısı , antraktsa teşhis çiçek aşısı Anadolu keçilerinin plöro-paömonisi konularında çalışmaları vardır.



Bakteriyolog Ahmet Şefik Kolaylı, ağabeysi Neyzen Tevfik’e onun anılarına ve eserlerine büyük önem vermiştir. Türk Ansiklopedilerinin hepsinde bugün neyzen Tevfik Kolaylı’nın adı bulunuyorsa, bu başarıda , ansiklopedilerimizde adı olmayan Şefik bey’in payı büyüktür. O, bütün hayatı boyunca Neyzen’in koruyucu mesleği olmuştur. Merhum Şefik Kolaylı inançları için savaşmasını ve hatta tehlikeye atılmasını bilen bir insandı. Burada yalnız iki örnek vereceğiz.




Balkan Direnci



1. Balkan savaşı arasında askerlerin beslenmesi bozuk ve özellikle proteince yetersizdir. Öte yandan , sığır vebası hayvanlar arasında salgın halindeydi Yakalanan sığırlara bir şey yapılamıyor ve bunlardan yararlanılamıyordu. Sığır vebasının insanda hastalık yapmadığını bilen genç Veteriner Teğmen Şefik hastalanan hayvanların kesilmesini ve bunların etlerinin kavrularak askere yedirilmesini teklif etti. Bu öneri, hasta hayvan etinin insanlara yedirilemeyeceği itirazıyla reddedildi. Bunun üzerine genç veteriner, “ Bu hayvanları yiyen tek bir insanda hastalık çıkarsa beni kurşuna dizin “ diye diretti ve önerisini kabul ettirdi. Böylece askerlerin protein ihtiyacı karşılandı. Edirne’nin Bulgarlardan kurtarılmasında bu direnişin hiç etkisi olmadığını kimse öne süremez.



Yokluklar İçinde

2. İstiklal Savaşından sonra gayrı müslimlerin işten çıkarılması başlamıştır. Şefik Bey’e onay için gelen bir belgede, Muallim Nikolaki Mavridis’in işine son verilmesi bildiriliyordu. Şefik Bey bunun onaylamayacağını ve ısrar edilirse istifa edeceğini bildirdi. Prof. Nikolaki Mavrids) (Mavroğlu), kendisinin bakteriyoloji hocasıydı ; bakteriyolojihanede müdür muavini ve sonra müdür olarak sadakatle çalışmıştır. Bakkalköyü Rumlarının Pendik’teki kurumu yakmasını önleyen , o idi. Etlik Bakteriyoloji Enstitüsü kurulurken İstanbul’daki aletleri düşmandan gizlice Ankara’ya o yollamıştı. Şefik bey diretti ; göreve son verme işi durduruldu. Muallim Nikolaki Mavroğlu, Pendik Bakteriyolojihanesinde Türkiye Cumhuriyeti döneminde yıllarca müdür muavini olarak çalıştı. 65 yaşında bile emekliye ayrılmasına izin verilmedi; görevi 68 yaşına kadar uzatıldı.



Veteriner bakteriyolog Şefik Kolaylı yokluklar içinde kurumların taşındığı, kurulduğu, fedakarlıklarla işletildiği ve gelecek kuşakların daha iyi çalışmaları için hazırlıkların yapıldığı bir dönemin yiğit öncülerin dendi.

 Ve bir anı

Kızım Suat, sakın firak dolu nâmeler yazma” diyordu Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, kızına gönderdiği bir mektupta. Ersoy’un Mısır’daki sürgün yıllarında kızı Suad Hanım’a, damadı Ahmet Bey’e ve torunu Ferda’ya yazdığı mektuplar ve gönderdiği fotoğraflar ilk kez gün yüzüne çıktı. Eyüp Belediyesi’nin katkılarıyla Timaş Yayınları’nın Görsel Tarih serisinden okura ulaşan Firaklı Nâmeler adlı kitabı Ömer Hakan Özalp yayına hazırladı. Kendi ülkesinde gördüğü baskılar sebebiyle gönüllü bir sürgünü tercih eden Mehmet Akif, 1925-1936 yılları arasında dönmemek üzere Mısır’a gider. Kendisi bu gidişin gerekçesini dostlarından Şefik Kolaylı’ya “Arkamda hafiye gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum. İşte, bundan dolayı gidiyorum” sözleriyle açıklar.


Neyzen teyfik hayatı ve eserleri

                                                            

Tevfik Kolaylı (24 Mart 1879[1][2] (Hicrî 1296[3]; 1880?[4]); Bodrum, Muğla - 28 Ocak 1953; İstanbul), ya da yaygın bilinen adıyla Neyzen Tevfik, taşlamalarıyla tanınan Türk neyzen ve şairdir. Taşlama kitaplarının yanı sıra, çeşitli taksimler ve saz semailerinin bestecisi olarak da bilinir.

Osmanlı döneminde, istibdata karşı, Cumhuriyet yıllarında ise devrimlere karşı gelenlere karşı hicvini kullanmış; haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa karşı şiirler yazmıştır. Birçok defa tutuklanmış, ama kısa süre sonra serbest bırakılmıştır.

Bektaşi tekkesine mensup olmuş, hayatının büyük bölümünü İstanbul'da çeşitli hanlarda geçirmiştir. Son dönemlerinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde kendine ayrılan 21. koğuşta kalmıştır. 1930'larda kısa süreyle kendine bağlanan aylık haricinde düzenli bir geliri olmamıştır ve hayatı boyunca sara nöbetleri ile uğraşmıştır. Aynı zamanda rakı başta olmak üzere çok fazla içki içtiği bilinmektedir

Hayatı

1879 yılının 24 Mart Pazartesi günü[1][2], kendi bir beyitinde belirtiğine göre Hicrî 1296 yılında[3], Muğla'nın Bodrum ilçesinde, Emine Hanım ve Hasan Fehmi Bey'in ilk oğlu olarak doğdu. Ahmet Şefik adında bir de kardeşi vardır. 'Kolaylı' soyadı, Soyadı Kanunu'nun çıkmasından sonra, babası Hasan Fehmi Bey'in Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Kolay beldesinden olduğu için aileye aldığı soyadıdır.


Çocukluk ve gençlik yılları

Bodrum'daki çocukluk yıllarında babası ile birlikte genellikle, Tepecik Camii'nin yakınındaki kahvede vakit geçirirken kahveye gelen dervişlerin üflediği, sonradan ustası olacağı ney dikkatini çekti ve kendi de üflemek istedi. Babası eğitim hayatını olumsuz etkileyeceğini düşünerek o erken yaşlarda buna izin vermedi. Çocukluk arkadaşlarından Avram Galanti, Tevfik'in düdükler yapıp çalarak civardaki çocukları etrafında topladığını ve ilham kaynağının deniz olduğunu anlatır.[5] Bir yandan şiire olan ilgisi de çevresinden duyduğu halk hikayeleri vasıtasıyla bu erken yaşlarda başlamıştı.

Sara nöbetleri

1892'de, on üç yaşındayken babasının tayini ile birlikte Urla'ya taşındı ve bir süre burada okudu. Bu esnada, taşındıktan yaklaşık bir yıl sonra, 1893'te tanıştığı neyzen berber Kâzım'dan ney dersleri almaya başladı ve aynı yıl ilk sara nöbetini de geçirdi. Yedi yaşındayken, kent çarşısında Muğlalı Kel Mülâzım Ağa müfrezesinin yakaladığı eşkiyaların halka gösterdiği sırıkların ucundaki kesik başlarını gören Tevfik'in yaşadığı rahatsızlık ilk önce olağandışı bir durgunluk, birkaç yıl sonra da, ilk defa 1893'te olmak üzere, sara nöbetleri halinde kendini gösterdi. Okulu bırakmasına sebep olan ve ilk önce neyin sesi yüzünden olduğu sanılan hastalığın tedavisi için annesi bir çok doktora ve hocaya danıştı fakat sonuç alamadı. En sonunda hastalığı kontrol altına almayı başaran, annesinin götürdüğü İstanbul'da Pepo adlı bir doktor oldu. Doktor "fazla üzerine gidilmemesi gerektiğini" ve "en çok hoşlandığı şeyleri yapmasına izin verilmesi"ni söylemiştir. Bu sayede hem hastalık bir nebze kontrol altında kalır, hem de bu ona 'Neyzen' lakabını kazandıracak olan neye devam etmesini sağlar.


Lise ve medrese yılları

Bir süre sadece neyiyle ilgilenip gezdikten sonra hastalığının kontrol altına alınmasının ardından en azından eğitimini bitirmesi için babası tarafından yatılı olarak İzmir İdadisi'ne gönderildi fakat tekrar başlayan sara nöbetleri yüzünden eğitimi yeniden yarıda kaldı. İzmir Mevlevihanesi'ne giderek kendini neyine verdi. İzmir'in bu yıllarda istibdat yönetimi tarafından sürgün yeri olarak kullanılmasının neticesinde, kovulan aydınların uğrak yeri olan bu mevlevihanede Tokadizade Şekip, Tevfik Nevzat, Şair Eşref ve Ruhi Baba gibi ünlü kişilerle tanıştı. Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri aldığı bu kişilerden Şair Eşref aynı zamanda ona hicvi öğretti. Bu sayede 13 Mart 1898'te Muktebes dergisinde ilk şiirini yayımlattı.


On dokuz yaşında babası onu eğitim için bu sefer İstanbul'a, Fethiye Medresesi'ne gönderdi. Burada zamanının çoğunu Galata ve Yenikapı mevlevihanelerinde geçiren Tevfik Mehmet Akif Ersoy'la ve onun yardımıyla dönemin seçkin sanatçılarıyla da tanıştı; ondan Fransıca, Arapça ve Farsça dersleri aldı, aynı zamanda ona ney öğretti.

İbnülemin Mahmut Kemal, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Tanburi Cemil, Yunus Nadi, Udi Nevres ve Hacı Arif Bey gibi isimlerin arasında kendini geliştirme fırsatı bulan Tevfik, 1900'de bir plak doldurma girişiminde de bulundu. Gülistan Plak Mağazası'nın sahibi Hafız Aşir Bey'le beraber yaptıkları denemelerde çok içkili olduğu için plaklar zar zor doldurulsa da yine de basılıp piyasaya verildiler. Bu plakların sayısı çok sonradan Azâb-ı Mukaddes (1949) kitabının önsözünde belirttiğine göre yüze yakındır. Bu zamanlarda, saray çevresinde bile davet edilen, köşk, yalı ve konaklara çağırılan meşhur bir neyzen olmuştu.

Mehmet Akif Ersoy'un verdiği setre pantolonu cüppe ve şalvar yerine giymesi, akşamları medrese dışında kalması rahatsızlık yaratınca 1901'de medreseden ayrıldı. Babasının tanıdığı ve sonradan Şeyhülislam olacak olan Musa Kazım Efendi onu derslerine kabul ederek bu sayede Şair Şeyh Vasfi, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci gibi yazar ve şairlerle tanışmasına ön ayak oldu. Bu süreçte bir süre Fatih'teki Şekerci Hanı'nda, daha sonra da Çukurçeşme'de bulunan Ali Bey Hanı'nda kaldı; Sirkeci'de, İstasyon Gazinosu ve Güneş Kıraathanesi'nde baskı rejiminin karşıtı gençlerle ülkenin sorunlarıyla ilgili ve istibdata karşı konuşmalar yaptı. Bu konuşmalar yüzünden bir gün Ziya Şakir tarafından jurnallenerek gözaltına alındı ve daha önce otuz beş kere jurnallendiğini de öğrendiği sıkı bir sorgulamadan geçirildi, on beş gün sonra salındı. Yine de, jurnallenmiş biri olarak, peşinde gezen hafiyeler yüzünden hem kendi hem arkadaşlarının iyiliği için onlardan uzaklaşarak zamanını Beyoğlu meyhanelerinde geçirmeye başladı.


Bektaşilik ve Mısır yılları

1902 yılında bektaşi dervişi oldu. Sütlüce Bektaşi Tekkesi'ne devam ettiği bu zamanlarda Şeyh Mümin Paşa'dan nasip aldı ve hayatının geri kalanını da şekillendirecek bu inancı ve biçimi benimsedi.

İstanbul'da baskının iyice artmasının sonucunda Şair Eşref ile beraber 13 Ocak 1902 Perşembe günü "Mesajeri" vapuru ile Mısır'a gitti. Bir arkadaşı ile bir Neyzenler Kahvehanesi açarak işletmeye başladı, geçimini neyi ve şiirleriyle sağlamaya devam etti, Özbekiye Saz Bahçesi'nde plaklar doldurdu. Alkolün etkisiyle bir buluşma esnasında tabancasını ateşlemesi ve duruşma esnasında da yargıca "haksızlık yapıyorsunuz" demesi yüzünden altı ay hapse mahkum oldu ama itiraz ederek bir buçuk ay sonra özgürlüğüne kavuşup iki ay kadar Feride adında Lübnanlı bir kadınla yaşadı.

Bu sıralarda, ilk önce İstanbul Kıraathanesi'nde okuduğu Abdülhamid’in Ağzından Bir Nutk-ı Hümâyun hicvi yüzünden tutuklanmak istense de çevresi sayesinde kurtulmayı başardı; fakat daha sonra Türk Aydınlarının Mısır Hidivi Hakkındaki Düşünceleridir başlıklı yazısı gazetelerde yayımlanınca kesinlikle tutuklanması hakkında karar verildi. Bu yüzden sığındığı Bektaşi "Kaygusuz Sultan" tekkesinde bir süre kaldıktan sonra meşrutiyetin tekrar ilanıyla beraber İzmir'e döndü.

II. Meşrutiyet yılları

8 Ağustos 1908'de İzmir'de İstanbul'a geçerek Fatih Çemberlitaş'ta bir hana yerleşti. Meşrutiyet'ten beklediğini alamaması uzun sürmedi. Ferah Tiyatrosu'nda Sabah-ı Hürriyet adlı oyunu izlemeye gittiğinde oyunun İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından yasaklandığını öğrendi ve bunun üzerine yaptığı konuşma yüzünden kısa bir süre sonra serbest bırakılmak üzere tutuklandı.

1910 yılında annesinin ısrarları ile babası ve kardeşinin karşı çıkmasına rağmen Cemile Hanım ile evlendi fakat evlilikleri yürümedi. Kayınbabası eşini ve Leman adını verdiği kızını da alıp götürdü.

I.Dünya Savaşı'nda Muhtar Paşa'nın emrinde mehterbaşı olarak görev yapmaya başladı. Düzenli askerlik hayatını pek benimseyemeyen Tevfik sık sık Muhtar Paşa ile tartışsa ve çekip gitse de dönemin İstanbul Merkez Komutanı Albay Cevat Bey sayesinde tekrar tekrar geri döndü. Üstelik bazı kaynaklara göre dönemin Harbiye nazırı Enver Paşa'nın yalısında verdiği konseri izleyen Alman bir komutanın davetlisi olarak Romanya'da piyano eşliğinde konser verdi.

Cumhuriyet yılları

Cumhuriyetin ilanı sıralarında kardeşinin yanına Ankara'ya gitti ve 1926 yılında tanışacağı Mustafa Kemal'i ve Kurtuluş Savaşı'nı yücelten şiirler yazdı. Bu dönemde yazdığı şiirlerden cumhuriyeti ve getirdiklerini benimsediği, ona karşı olan unsurlara da savaş açtığı görülebilir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Hasan Sâit Çelebi’nin yardımıyla Azâb-ı Mukaddes adı altında bazı kitap yayımlama girişimleri olsa da başarılı olamadı.


Geçirdiği sara nöbetleri ve yüksek alkol tüketimi nedeniyle bundan sonra da sıklıkla gideceği Toptaşı Tımarhanesi ve Zeynep Kamil Hastanesi'nde tedavi görmeye başladı. Bir süre sonra eski arkadaşı Mehmet Akif Ersoy'u ziyaret için Mısır'a geçti ve bir yıla yakın bir süre kaldıktan sonra geri döndü. 1930'larda İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'ın yardımıyla parasal anlamda destek olması için konservatuarda görevlendirilerek kendine bir aylık bağlandı.

1940'larda ise yine valinin oluru ve aynı zamanda doktoru olan bazı dostlarının (Mazhar Osman ve Rahmi Duman) yardımı ile Bakırköy Akıl Hastanesi'nde 21 no'lu koğuşa tam anlamıyla yerleşti. Otel odası gibi kullandığı bu koğuşta ve hastanede çevresine yine şiir ve felsefe ile ilgili bilgiler sundu. 9 Mart 1946'da basın yararına bir konser verdi. İhsan Ada, sonunda 1949 yılında Azâb-ı Mukaddes adı altında, eserlerini, onun gözetimi altında kitaplaştırdı. 1951'de Onu Affettim ve Ağlayan Şarkı adındaki 2 filmde rol aldı. Arkadaşlarının ısrarı üzerine, ölümünden önce son yılında, 1952'de Şehir Komedi Tiyatrosu'nda jübilesini yaptı.


Yaşayış şekli ve alkol

Neyzen Tevfik'in düzenli bir geliri olmadığı sanılmaktadır. Genellikle, neyi ve şiirleriyle para kazanmaya çalışmış, sadece 1930'lu yıllarda kendisine devlet tarafından bir aylık bağlanmıştı. Kuralları pek umursamadan sürdürdüğü yaşamında özellikle rakı başta olmak üzere içkinin çok büyük etkisi vardır. Yozlaşan toplum, dini istismar ve Atatürk'ün devrimlerine karşı çıkılmasına karşı bir duruş sergiledi. Özellikle hazırcevaplığıyla tanınırdı, bu sayede bir çok fıkranın konusu olmuş, aynı zamanda hicivde de başarılı olmuştur.


Ölümü

28 Ocak 1953'teki ölümünün ardından Beşiktaş'taki Sinan Paşa Camii'nde cenaze namazı kılındı. Civardaki cadde ve sokakları dolduran profesörler, memurlar ve bazı ileri gelenlerin yanında kendilerine çeki düzen vermeye çalışmış sarhoşlar ve sokak serserilerinden oluşan[1] büyük bir kalabalığın eşliğinde Barbaros Bulvarı'ndan geçerek defnedildiği yere ulaştırıldı. Mezarı bugün Kartal Merkez Mezarlığı'ndadır.[6]


Ailesi

Çocukluğunu geçirdiği Bodrum'da beraber olduğu ailesi ile ilgili çok sınırlı kaynakta belli başlı bilgiler bulunmaktadır. Annesi hakkında herhangi bir bilgi olmamasına rağmen babası ve kardeşi ile ilgili aşağıdakiler söylenebilir.

Babası Hasan Fehmi Kolaylı

Soyadı Kanunu çıkınca aslen Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Kolay beldesinden olduğu için ailesine "Kolaylı" soyadını alan Hasan Fehmi Bey, Neyzen'in ifadesi ile annesi ile birlikte "yüzünde riyasız, masum bir insanlık ifadesi"[1] bulunan kültürlü, sanatsever ve Tevfik gibi nükteci bir Rüştiye öğretmeniydi.


Kardeşi Ahmet Şefik Kolaylı

Tevfik'e, anılarına ve eserlerine sahip çıkan, büyük önem veren ve ansiklopedilerde adının yer almasında büyük pay sahibi olan[1] Şefik Bey sığır vebası, tavuk kolerası aşısı, antraktsa teşhis çiçek aşısı ve Anadolu keçilerinin plöro-paömonisi konularında çalışmalar yapmış bir bakteriyologdu. İstiklal Savaşı'ndan sonra atandığı Pendik Bakteriyolojihanesi'nde 1939 yılına kadar müdürlük, 1939-1945 yılları arasında Tarım Bakanlığı teftiş heyeti üyeliği ve bundan sonra 1951'e kadar da Tarım Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı yapmıştır.

Sanatı

Neyzenlikteki ustalığıyla beraber, hiciv sanatını kullanarak şiirlerinde toplumdaki eşitsizliğe, haksızlığa ve zulme, siyaset ve dini baskı ve çıkarcılığa değindi.


Edebiyatı

Neredeyse tüm hayatı boyunce baskı ve zulme karşı çıkan Tevfik'in şiirlerindeki yergi ve taşlamaları onu bu türde Nef'i ve Eşref'ten sonra en önemli üçüncü edebiyatçı konumuna getirmiştir.[kaynak belirtilmeli] Şiirlerinde sık sık, 1900'de yazdığı Sahne-i ömrümden nefs-i emmareye hitabım[7] şiirinin ilk kıtasındaki gibi müstehcen sözlere ve bu yolla yapılan taşlamalara rastlanır:


Bu isyan tarzı ve Osmanlı döneminde yazdığı eserler defalarce jurnallenmesine ve tutuklanmasına sebep olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise yine mevcut rejime ve Atatürk'ün devrimlerine, ilkelerine karşı çıkanlara göndermelerde bulunmuş, Atatürk'ün ölümünden sonra 1938'de aşağıdaki O ölmedi adlı şiiri kaleme almıştır:

Tanrı ölmez, O dilerse görünür bir müddet,
Kaybolunca O’nu kalbinde bulur her millet.
Biliyormuş kaderin cilvesini evvelce,
Bütün ecrâm-ı semâ yasla büründü o gece.
Yaklaşan bir acı önce güneşi korkuttu,
Ay tutuldu diyemem gökyüzü mâtem tuttu.
Ata geçtin ebedin mevki-i müstahkemine
Bir direktif veriyor arza, beşer âlemine!
Bize ilhâm ile isâl ediyor her haberi,
Ki O’nun kudret-i külliye, emirber neferi.
Bağladı dâr-ı fenânın ebede telsizini,
Güdelim açtığı yollardan mübârek izini.
Atatürk’ ün beşere sunduğu peymânı budur:
Atatürk’ e inananlar er olur, sulhu korur!

Eserleri

Şiir kitapları


Besteleri

  • Nihavent Saz Semaisi
  • Şehnazbuselik Saz Semaisi
  • Taksimler, taş plak

Fıkra

Halk arasında neyzenliğinin ve şiirinin yanı sıra fıkralarıyla da tanınır fakat ağızdan ağıza aktarılan bu unsurlara edebiyat dünyasındaki kaynaklarda rastlamak çok zordur. Başlıca bilinen fıkraları şunlardır:

  • Padişahçılık
  • Hamam Sefası
  • Edep
  • Kırk yıllık ölü


    Kaynak:wikipedi& www.neyzenteyfik.org